Saturday, September 5, 2015

3. Gün, Yamamatsu Tapınağı ve Matsumoto Kalesi

3. Günümüzde sahabah erkenden konakladığımız misafirhaneden ayrılıyoruz. Yeme/içme ihtiyacımızı yol üstündeki bir Seven/Eleven'dan karşılıyoruz. SevenEleven'larda en azından bildiğimiz salata, tereyağlı ekmek, makarna gibi geniş bir yelpazede yemekler bulabiliyoruz. Matsumoto şehrine ve Matsumoto kalesine gitmeden önce, akşamleyin misafirhanede Internet'te gezinirken gördüğümüz Yamamatsu şelalesine uğrayalım istiyoruz. Kaldığımız misafirhaneye 15 km uzaklıktaki bu şelaleyi ve yanındaki tapınağı görmeden geçmeyelim istiyoruz ve şelaleye doğru yola koyuluyoruz. Yukarıdaki videoda şelaleye gidişimizden ve aslında Japonya'daki tüm yolculuğumuzun birebir aynısı olan yolu paylaştık. Japonya'da 3000 km yolumuzun neredeyse 1500 km tam olarak bu şekilde geçti. Yeşil doğa, gökyüzünü kaplayan ağaçlar, bulutlu/parçalı bulutlu bir hava, biraz nem ve bolca doğa...

Yol bittikten sonra yürüyüş parkuru başlıyor. Yaklaşık 500 metrelik bir yürüyüş parkuru ve patikadan sonra, tapınaktan hemen önceki Japon izci kampına ulaşıyoruz. Sabahın köründe küçük çocukların göndere bayrak çekişini izliyoruz. Japon disiplinini belki bir kitapta, belki birkaç kitapta ancak anlatabilirim. O nedenle burada sadece bu disiplinin bizi Japonya'ya hayran bıraktığını söyleyerek izci faslını kapatayım. Bunu kelimelerle anlatmak zor, gidip yerinde görmeniz gerekiyor.

İzci kampını biraz daha geçtikten sonra tapınağa ulaşıyoruz. Bu, Japonya'daki ilk tapınak ziyaretimiz. Ortalıkta kimseler olmamasına rağmen, her biri tarihi eser sayılabilecek onlarca eşya, heykel, el yazması eser, savaş aleti, granit oyma vs, herşey ortada... Bizim müzelerimizde ancak cam arkasında saklanabilecek (hoş, cam arkasından bile çalabilenler çıkıyor) kıymetteki tarihi herşey, olduğu yerde duruyor. Aceba izleyen birileri var mı diye sağımıza bakıyoruz, solumuza bakıyoruz, kamera olup olmadığını kontrol ediyoruz ama hiçbir güvenlik önlemi göremiyoruz. İlk tapınak ziyaretimiz ve Japonya'da henüz üçüncü günümüz olduğu için şaşırıyoruz. Fakat daha sonrasında anlayacağız ki, Japonya gerçekten çok güvenli bir yer ve kesinlikle hırsızlık/kapkaç gibi toplumun illeti kabul edilen hadiseler burada neredeyse sıfır. Bunu gördükten sonra, artık eşyalarımızı, kasklarımızı, montlarımızı, aksesuarlarımızı kesinlikle gezi esnasında yanımıza yük etmiyoruz, hepsini motorsiklet üzerinde bırakarak 3000 KM'lik seyahatimizi hiçbir problem olmadan tamamlıyoruz.

Tapınak, yüzyıllarca öncesinden kalma ve ahşaptan bir mimariye sahip. Buna rağmen, yapıldığı ilk günkü gibi duruyor. Kesinlikle restorasyondan geçmemiş. Buna rağmen her yer tertemiz. Sadece granit taşların üzerini kapatmış yosunlar ve çimenler var. İklim tropik olduğu için, buna engel olmak çok zor. Bunlar haricinde, tapınak, ilk günkü gibi orjinal ve bozulmamış. Sanki zaman makinesine binip tapınağın ve yerleşim yerinin ilk günkü haline gitmişsiniz gibi bir atmosfer var. Tek eksik, yaşayanlar... Bu tapınak, nesiller sonrasına kalacak şekilde yapılmış. Bizdeki gibi, "30 yıl gitsin yeterli" gibi bir mantık yok.

Daha sonraki seyahatimizde anlıyoruz ki, bu tapınak aslında Japonya'nın her yerine yayılmış olan on binlerce tapınaktan sadece birisi... Özel bir ehemmiyeti yok. İşte burada, Japon disiplinini, hayat tarzını, iş ahlakını anlıyorsunuz ve bunun öyle bir yüzyılda oluşmuş bir kültür olmadığını, Japonların belki bin yıldır bu disiplin ve kültür içinde yaşadığını anlıyorsunuz.

 Tapınağın hemen yanında bir köprü görüyoruz. Bu köprüden devam edilerek şelaleye gidiliyor. Yaklaşık 1 KM'lik bir yürüyüş sonrasında şelaleye ulaşılabiliyor. Doğa, olduğu gibi korunmuş. Ahşap, asma köprünün hemen altından doğrudan şişelenmeye hazır, tertemiz, besberrak bir nehir geçiyor. Yükümüzün ağır olması ve gün içinde Matsumoto'ya ulaşma planımız nedeniyle bu 1 KM'lik yürüyüşü gerçekleştirmiyoruz. Uzaktan vadiye, suyun geldiği yere bakıyoruz ve geri dönüyoruz.

Geri dönüşte, bir tabela dikkatimizi çekiyor. "Geyik Çıkabilir" tabelası bizi ilk önce gülümsetiyor. Zira bu tabelayı öylesine konulmuş bir uyarı zannediyoruz. Fakat birkaç yüz metre gittiğimizde, yoldan geçen ceylanları görünce heyecanlanıyoruz. Ceylanları görmek aslında çok zor, zira ürkek hayvanlar ve herhangi bir araç sesi duyduklarında gözden kayboluyorlar. Biz de, kazara, çok uzaktan ceylan olduğunu zannettiğimiz hayvanları görüyoruz ve aslında şehir ve yerleşim yerlerine çok da uzakta olmayan bu yerde vahşi doğanın ve eldeğmemişliğin en önemli göstergelerinden birisi olan bu ceylanları görünce şaşırıyoruz.

Türkiye'de buğday ne ise, Japonya'da da pirinç o... Pirinç unuyla yapılan ekmekler, pirinç dolmaları, pirinç çorbası, pirinç pilavı, pirinç tatlısı, prinçli prinç, prinç bayıldı, princiyarık... Herşey burada pirinç... Böyle olunca, Türkiye'de yol kenarında ve her yerde gördüğümüz buğday tarlaları gibi, Japonya'nın da orman olmayan her düzlükte pirinç yetiştiriliyor. Sürekli gördüğümüz ufak priniç tarlalarına nazaran, daha geniş bir alana ve terasa yayılmış bir pirinç tarlası görüyor ve incelemek üzere duruyoruz. Prinç yetiştirmek zor, ekimi zor, uygun arazi bulmak da zor. Tabi ki bu Türkiye şartlarında geçerli... Zira Türkiye toprağını Japonya ile kıyaslayacak olursak, Tükiye tam anlamıyla bir çöl. Japonya'da ise her yerden akan irili ufaklı dereler, nehirler, sürekli nemli tropik iklim, yağışlı hava gibi faktörler nedeniyle toprak dört mevsim nemli... Bu nedenle burada prinç bu kadar yaygın ve Japon mutfağının en önemli parçası...

Yolumuza devam ediyor ve Matsumoto şehrine ulaşıyoruz. Matsumoto şehrinin en önemli kültürel mirası Matsumoto kalesi... Tamamen ahşap mimariye sahip bu kalenin, nasıl bu kadar yüksek ve büyük yapıldığını, nasıl yıllara meydan okuduğunu merak edebilirsiniz... Biz de merak ettik ama Japon mimarisinin harika eserlerinden olan bu ahşap kalenin mühendislik açısından statiğini henüz kavrayabilmiş değiliz. Tek yapabildiğimiz, hayran hayran bakmak oldu.

Japonya'daki onlarca kaleden biri olan Matsumoto kalesinde de diğer kalelerdeki gibi hendekler var. Kalenin etrafı iki aşamalı su dolu hendeklerle çevrelenmiş. Sanırım eski çağlarda hendekler, duvarlardan daha çok güvenilen bir güvenlik unsuruydu. Bu güvenlik unsuru, neredeyse tüm kalelerde var. Bizi sürekli şaşırtan bir diğer şey ise, bu hendeklerin içinin, büyük (en az 10 kiloluk) ve rengarenk sazan türü bıyıklı bir balık türüyle dolu olmasıydı. Bu balıklara hiç dokunulmuyor. Belki şamanist, belki budist bir mantıkla, bu balıkların ruhlarının bu kalede daha öncesinde görev almış, savaşmış kişilerin ruhlarına ait olduğu düşünülüyor. Belki de başka birşey... Ama çok belli ki, bu balıklara ruhani bir boyutta saygı duyuluyor. İtinayla besleniliyorlar ve kesinlikle avlanılmıyorlar... Fotoğrafta sadece bir balık olduğunu zannedebilirsiniz. Sarı olan balık haricinde, çok daha büyük olan, en az 20'ye yakın balık var bu fotoğrafta... Suyun rengiyle aynı renkte oldukları için görülmüyorlar fakat hepsi ağzını açmış durumda suyun içinde bekliyorlar. İlginç olan bir diğer şey ise, bu balıkların kaçmak bir yana, insan görür görmez ağızlarını açarak size yaklaşmaları...
Kaleyi gezdikten sonra vakit kaybetmeden bir sonraki durağımız olan Kar Maymunlarını görmek üzere yola koyuluyoruz. Bu arada unutmadan, Matsumoto kalesinde, tarihle biraz daha bütünleşmeniz için her yere orjinal kıyafet ve silahlarıyla Samurai ve Ninjalar yerleştirilmiş. Bir tanesini sizinle paylaşıyorum...


No comments:

Post a Comment